
16.yüzyılda Sakarya bölgesi Kocaeli sancağında gözükmektedir. Bu dönemde bölgedeki Manav yerleşimleri mevcut Osmanlı kayıtları sayesinde gün yüzüne çıkabilmektedir. Konuya geçmeden önce bazı kavramlar hakkında bilgi vermek gerekmektedir.
Osmanlı klasik döneminde yerleşmeler incelenirken, genellikle hisarlar ve etrafını çeviren surlar üzerinde durulmuş, bunun yanında ulaşım yolları üzerindeki konumu da ayrıca incelenmiştir. Kendilerinden çok küçük izlerin kaldığı bu surlardan başka, yolların da insanlık tarihi için önemi büyüktür.
Osmanlı kuruluş coğrafyasının, Anadolu’nun en önemli ticaret yolları üzerinde bulunduğu unutulmamalıdır. Osmanlı şehirlerini kuşatan surlar, her ne kadar genelde Osmanlı fethinden önce yapılmış olsalar da sivil halkın kendilerini güvende hissedebilmeleri ve siyasi erkin kontrolünde olmayan eşkıya zümresinin zulmünden, üretken toplumun muhafazası için gerekli birer sanat eseri hüviyetini haiz mimari eserler olduğundan önemlerini korumuşlardır.
16.Yüzyılda Osmanlı Şehir Yapısı
Osmanlı şehirlerinin genel manada surlar ile çevrili oluşu ve şehrin en önemli etkinlik sahası olan çarşıların surlara yakın inşası bu muhafaza anlayışının bir tezahürüdür. Bu sayede hem halkın güvenli bir etkinlik alanına sahip olması sağlanırken, diğer taraftan da mevcut fiziki kültürün gelecek nesillere aktarılması kolaylaştırılmış oluyordu.
Orhan Bey zamanında görülen şehrin sur dışına doğru taşıp kurulması durumu, Halil İnalcık tarafından kendilerine duydukları güven olarak yorumlanmıştır. Bu yorum doğru olmakla beraber aslında durumun, kendilerine güvenden ziyade bolluk ve bereketin paylaşımına hazır olunduğu mesajının çevreye iletilmesi amacıyla oluşturulduğu da düşünülebilir.
Şehir, içinde meskûn bulunanların özellikle hizmet kesiminde çeşitli profesyonel etkinliklerde bulundukları belirli büyüklükte yerleşim alanı olarak tanımlanmaktadır.
Tarih araştırmalarında sıkça kullanılan sosyolojik bir tanıma göre şehir, tarımla birlikte başka üretim faaliyetleri de gerçekleştirilen ve hukuki statüsü olan yerleşim merkezidir.
İktisadî motifleri de içerisinde barındıran bir tarife göre “şehirleşme”, dar mekânlı bir cemaat hayatından geniş mekânlı bir cemiyet hayatına geçiş ve bu ikinci hayat tarzı çizgisinde yeni sosyal münasebetlere ve bunun gerektirdiği yeni teşkilatlanmalara giriştir.
Görüleceği üzere bu tariflerde doğrudan ya da dolaylı olarak; idarî-demografik, sosyo-ekonomik ve kültürel kıstaslara işaret edilmektedir. Farklı coğrafyalarda farklı toplumlarda ve farklı inanç sistemlerinde kendine özgü şehir kültürleri ve medeniyetlerinin oluşumu kaçınılmazdır.
Buradan hareketle, süreç olarak bakıldığında Osmanlı şehirciliğinin kendine özgü karakteristiğinin XV. ve XVI. yüzyıllarda belirginlik gösterdiği söylenebilir.[
Araştırmacılar arasında yaygın kanı, Osmanlı şehir sisteminin kendinden öncekilerin izinden gittiğidir. Balkanlar’da Bizans ve Sırp-Bizans, Kuzeybatı Anadolu’da Bizans, Anadolu’nun diğer yerlerinde Bizans-Selçuklu, Doğu’da Arap, Selçuklu ve Ermeni.
Ortaçağda önemli ölçüde gerçek yerini bulan eski çağlardaki kentsel gelişim olgusu, Osmanlı devrine kadar bütünüyle korunamazken, fetihten hemen önceki döneme ait merkezler kent yaşamından ve ekonomisinden itici bir güç aldılar; öyle ki 15. ve 16. yüzyıllarda şehir tipi yerleşmelerin sayısı çok arttı ve bunlar da, Avrupa bölgeleriyle kıyaslanabilir durumdaydı.
16. yüzyılın sonunda, 1530-1580 yılları arasında bütün İmparatorluk halkının nüfusu iki katına çıktığında, 11 milyon nüfustan aşağı yukarı 700.000’i kentlerde yaşıyordu. Sadece İstanbul, tek başına 500.000 nüfusa sahipti ve Avrupa’nın en büyük kenti idi.[
Şehirlerin bir üretim merkezi hüviyetine sahip olması, zaman içinde nüfus açısından gelişimi de kaçınılmaz kılmıştır. bir yerleşim yerinin şehir olup olmadığı konusundaki belirleyiciler arasında nüfustan başka, idarî ve ticarî faktörlerin bulunduğu da unutulmamalıdır.[
16.Yüzyılda Osmanlı’da Tarımsal Üretim
Ana hatlarıyla Osmanlı toplumunun zenginliği öncelikle tarımsal üretime dayanırdı. 17. yüzyıla kadar büyük devlet bütçesi ile asker ve bürokratlardan oluşan yönetici sınıfının harcamaları için gelir, ekilmiş topraklardan alınan aşar vergisinden sağlanırdı.
Şehri, sakinlerinin iş bölümüne bağlı olarak, pazarlamak için tarım dışı üretimde bulunan çevresine, mal ve hizmet sunan bir yerleşme merkezi olarak da tanımlamak mümkündür. Ebu’s-Suud Efendi, “şehir içinde kalan yerler mülktür” diyerek[ çoğunlukla tarım dışı üretim yapılan şehir topraklarının, genellikle vakıf, nadir olarak da mülk arazilerden oluşmasının hukuki temellerini oluşturmuştur.
Bu bağlamda bilinen şehir tanımıyla, Osmanlı şehir olgusunun ters düşen bir noktası olmayıp göze çarpan tek fark, klasik şehirlerde gıda üretimi yapılmazken, Osmanlı şehirleri, gıda üretiminin yapıldığı yerlerdir.
16.Yüzyılda Osmanlı’da İslam
Osmanlı şehirleri İslam şehri hüviyetinde olup, çeşitli maddi ve kültürel sebepler ile diğer İslam şehirlerinden farklılaşan ancak İslami temelde onlar ile bütünleşen özelliklere sahiptir. Sağlam bir temele sahip olan Osmanlı şehirlerinin ana hususiyetleri XIX. asrın başlarına kadar zarar görmeden devam etmiş.
Osmanlı Devleti’nde şehir ve kasabanın, “Cuma kılunur ve bazaru durur” yer olarak tanımlandığına ilk dikkati çeken Özer Ergenç olmuştur. Osmanlı kanununa göre, han, hamam, bedesten ve kervansaray inşa edilmişse, o yer kasabadır. Hatta Osmanlı şehirlerinin genel Tük-İslam şehirciliği ile en önemli paralelliği şehir dokusunun hareket ekseninin çarşıya yönelik oluşudur.
Gerçekten de bir Cuma Camisi, Osmanlı şehirlerinin çekirdeğini oluşturmaktadır. Aynı zamanda belirli aralıklarla kurulan pazarların şehirlerin ayrılmaz bir parçası olduğu anlaşılmaktadır. Şehir merkezlerine göre daha küçük yerleşimler olan kasabalar da kendilerine has özelliklere sahiptirler.
Her şeyden önce, bağ, bahçe, bostan gibi zirai ünitelerle çevrilmiş olan kasabalar bir anlamda küçük dağ köyleri arasında bir pazar görevi görmekte idi.
Bir yerleşim merkezine şehir diyebilmek için gerekli olan özelliklerin başında, tarım dışı üretim ve bu üretimin yakın çevre veya uzak çevredeki diğer yerleşim merkezlerinde yaşayan insanlara pazarlanması ile birlikte dinî ibadet ve adalet dağıtım merkezi özelliğine sahip olması gelmektedir.
Osmanlı şehirlerinde de var olan bu yapı, beraberinde bazı binaların inşa edilmiş olma gerekliliğini de ortaya koymaktadır. Bunların başında cami ve bedesten gelir. Cami, ilgili yerleşim merkezinin ve yakın çevrede mevcut küçük yerleşim merkezlerinin ve hatta yine o civarda konar-göçer olarak yaşayan hareketli insan topluluklarının, haftada bir cuma günü kılınan “Cuma Namazı” ibadetlerini yerine getirme ihtiyaçlarını ifa ettikleri merkezdir.
Bu merkez, yakınında imamı ve müezzininin evlerini de bulundurabilmektedir. Kadı da çoğunlukla yine bu merkezde adlî işlerin muhakemesini ve görüşülmesini icra etmektedir.
Bedesten ise, camiye yakın bir yerde inşa edilir ki, cami civarındaki nüfus hareketliliğinden istifade ile insanların günlük ve hayatî ihtiyaçlarını giderebilmelerine matuf alış-veriş dükkânlarını ihtiva etmektedir.
Osmanlı tahrir kayıtlarında derece ayrımı yapılmaksızın kasaba, şehir vs. karşılığında “nefs” kelimesi kullanılmıştır. Günümüzde muhtevası oldukça belirsiz olan bu tabirden hareketle, herhangi bir şehri yerleşimin niteliğinin, açıkça bilinen modern tariflere uygun bir şehir olup olmadığı hakkında hüküm vermek şimdilik imkânsızdır.
Daha açık bir ifadeyle nefs ifadesinin, doğrudan ilgili birimin nüfus miktarı ve yoğunluğuna, sınaî ve ticarî faaliyetlerin yaygınlık ve gelişmişliğine ve genel idarî yapıdaki konumuna işaret edip etmediği de belli değildir.
Nefs, kelime manası olarak şehir merkezi ve kasaba gibi isimlerle açıklanmış olup, Osmanlı sisteminde kadı ve mülki, askeri idarecilerin bulunduğu Osmanlı şehri manasında kullanılmıştır. Nejat Göyünç de “nefs”in genellikle “şehir-kasaba” anlamına geldiğini belirtmekte ise de, XVI. yüzyılda bu terimin kasabası bulunmayan kimi bölgeler için de kullanıldığına dikkat çekmiştir. Bununla beraber “nefs” sözcüğünün kadı bulunan yeri anlatabileceği üzerinde de durmuştur.[