Türkiye tarihi, genel Türk tarihinin fetih ve medeniyet bakımından en önemli ve büyük bölümü olduğu gibi, genel İslam tarihinin de fetih ve devamlılık bakımından en muhteşem kısmını oluşturmaktadır. Bu dönem, XI. yüzyılda, Oğuz veya Türkmen denilen Türklerin kalabalık bir kolunun Anadolu kapısını açarak kendine vatan yapmasıyla başlar. O tarihten günümüze kadar, burada yaşayan ve zaman zaman bu ülkeden taşarak, çeşitli ülkelerin kapısını açan Anadolu Türklerinin gerek Anadolu’daki ve gerekse fethettikleri diğer kıta ve memleketlerdeki yapıcı rolleri, siyasi ve medeni faaliyetleri Türkiye veya Anadolu tarihinin konusunu teşkil eder.
Anadolu Manav tarihini, gerek siyasi değişiklik, gerek teşkilat değişikliği ve gerekse medeni değişiklik ve gelişme bakımından dört ana bölüme ayırabiliriz.
I-Yerleşme ve birleşme devri (Selçuklu dönemi 1077-1308)
II-Anadolu Beylikleri devri (14. yüzyıl -16. yüzyıl)
III- Osmanlı İmparatorluğu devri (1299-1922)
IV-Cumhuriyet devri (1920-*)
Selçuklu Devleti’nin tarihte oynadığı en büyük rollerden biri Anadolu’nun fethedilmesi ve bunun neticesi olarak burasının bir Türk vatanı haline gelmesidir. X. asırdan itibaren Türkmen uç beyleri, sosyal ortamın da uygunluğunu iyi değerlendirerek Batı Anadolu ve Marmara bölgesine yöneldiler. Bizans’ın takip ettiği Ortodoks siyaseti, baskıcı yönetimi ve ağır vergileri yüzünden Batı Anadolu’da gittikçe artan ve yaygınlaşan sefalet, halkı büyük toprak sahiplerine esir durumuna düşürmekte, bu durum da çaresizliği ve memnuniyetsizliği artırmaktadır.
X-XII. yüzyıllar arasındaki Anadolu’da, böyle bir sosyal zemin mevcuttur. Bu zemin, bir bakıma Anadolu’nun fethini kolaylaştırıcı ve çabuklaştırıcı bir etki yapmıştır. Uzun yıllar Sakarya bölgesine hâkim olan Bizans İmparatorluğu, onuncu yüzyıl ve erken on birinci yüzyılda parlak bir güç haline gelmesine rağmen, yüzyılın sonuna doğru dağılmaya başladı. Bu süreç, iç sorunlar ve Yakındoğu’da Türklerin ortaya çıkmasıyla hızlandı ve 1071’de Bizans’ın Malazgirt’te ezici bir yenilgiye uğramasıyla sonuçlandı.
İlk fetihler döneminde Bizans ile daha çok tanıma ve vur kaç-larla girip çıkma şeklinde başlayan ilişkiler Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın kurduğu devlet vesilesi ile kurumsallaşmaya başlamış ve Bizans aleyhine derinleşmiştir. Bizanslılar daha Arap istilaları zamanında sınır boylarında askerlikçe önemli noktalarda dağ geçitlerinde müstahkem mevkilerden meydana gelen bir savunma hattı kurdukları gibi bu savunma hattını korumak için de oralara sınır kıtaları yerleştirmişlerdi. Bu durum Türk akınları sürecinde de böyle devam etmiştir.
Anadolu’ya gelen ünlü Türk kumandanı Artuk Bey Kızılırmak ve Yeşilırmak havzalarında mühim fetihler yaparak 1072 yılın-da, Isak Komnenos kumandasında bir Bizans ordusunu mağlûp ve kumandanlarını esir ettikten sonra Sakarya boylarına kadar ilerledi. Normand reisi Russel, Bizans tahtına Yunannis Dukas’ı çıkarmak ve Anadolu’da ayrı bir devlet kurmak teşebbüsüne girişince imparator Mihael, daha tehlikeli bir durum karşısında, Artuk Bey ile anlaşmaya ve onun yardımına başvurmaya mec-bur oldu. İmparatora karşı isyanları bastıran Artuk Bey bu sayede fetihlerini İzmit Körfezine kadar ilerletti. Alp Arslan’ın ölümü üzerine saltanat mücadelesi başlayınca Artuk Bey merkeze çağırıldı ve 1073 Nisanında Melikşah’ın Kavurt’a karşı zaferine hizmet etti.
Artuk’un ayrılışını müteakip 100.000 kişinin başında bulunan Tutak da İzmit Körfezine kadar ilerledi. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, 1081’de, Bithynia’daki fetihleri, Bizans aleyhine sürdürdü. Böylece, Sakarya Nehri’nin doğusundaki yarımadada Türk askerleri görüldü. Türkiye Selçukluları Devleti bu kesif nüfusun Anadolu’ya intikalinden sonra ve o sayede kurulmuştur. Bu devletin kurucusu olan Kutalmış’ın oğlu Süleymanşah (Selçuk’un oğlu Arslan-Yabgu’nun torunu) Malazgirt Zaferi’ni müteakip Anadolu fethine gönderilen Türk beyleri arasında mevcut değildi.
Komnenoslar devrinin Bizans tarihçisi Anna Komnena, Türkle-rin ilerlemesi ve barış imzalanmasına kadar geçen süredeki olaylara dair şunları yazmaktadır; “Gerçekten, Komnenos, Türkleri sadece İstanbul Boğazından ve denize komşu bölgelerden kovup, çok uzağa sürmekle kalmadı. Onları tüm Thynia (Sakarya’nın kuzey-batısı Kefken-Kandıra dolayları) ile Bithynia’nın sınırlarından ve keza Nicomedia dolaylarından sürüp atarak sultanı (Kutalmış oğlu Süleyman Şâh) çok ısrarla, barış dilemek zorunda bıraktı.
Böylece, çeşitli yöntemlerle Türkleri Damalis’den (Üsküdar) ve ona komşu deniz kıyısı yörelerinden kovalayış sonrasında, bir yandan da armağanlar gönderip onlarla barışma sağlayarak bir barış antlaşması yapmaya razı olma zorunluluğunu duydu. Onlara Drakon Deresi’ni verdi. Onlara bunu kesinlikle aşmamayı, ayrıca Bithynia sınırlarından içeriye hiç bir akına girişmemeyi kabul ettiler. Bu sözleşme ile Sakarya bölgesinin ve doğusundaki yerlerin başkent ile ilişkisi geçici olarak kesilmiş oluyordu. Nicomedia’da (İzmit) şaşkın halde bulunuyordu, Türkler, buranın da etrafında dolaşıyorlar, İstanbul önlerine kadar hakimiyetlerini sürdürüyorlardı.
Selçukluların Batı Anadolu’ya ve Sakarya bölgesinin de içeri-sinde yer aldığı kuzeybatıda Marmara Denizi’ne doğru, Bithynia’yı tehdide başlamaları, bunun sonunda da Türkmenlerin şehirlerde değil, dağlık kısımlarda, yaylalarda gözükmeleri devleti ciddî bir önlem almaya sevk etmiştir. Antalya-Kütahya ve Sakarya vadileri hisarlarla dolup taşmıştır.
Sapanca ile İznik Gölleri arasında, denizden başlayarak, doğuya doğru, Geyve-Adapazarı hattında birçok hisar gündeme gelmiştir, İstanbul-Gebze-Dil İskelesi- Hersek-Dikilitaş ve İznik doğrultusunda, hisarlar bir müddet önem arz etmişlerdir. Sakarya boyları da, Karadeniz’e kadar hisar cenneti hâline getirilmiştir. Lefke, Mekece, Akhisar, Geyve, Karaçebiş, Ab Suyu, Adliye, Hanlık, Harmantepe ve Seyifler kaleleri örnekleri vardır. Ki çoğu hâlen ayakta, viran halleri ile zamana karşı direnmektedir.
Kartepe’nin de içinde bulunduğu eski Roma yolu üzerinde de hisarlar göze çarpmaktadır. Regio Tarsia’nın güneyindeki Akyazı Hisarı, Sakarya Boğazı ağzında Adliye Hisarı ile aynı görevi yerine getiriyordu. Sapanca ve Kartepe yeni oluşan kasabalardı. Onun için kalesiz, hisarsız yerleşim yeri olarak dikkati çekmişlerdir. Gregoras ve Pakhymeres gibi orta çağ tarihçileri de yazık ki bu hisarların isimlerini çok az zikretmişlerdir. C. Foss’un da işaret ettiği gibi, Sapanca ve etrafındaki hisarlar, şimdiki mevkiler itibarı ile isimlendirilmektedir. Adliye, Kurt, Paşalar, Mahmudiye vs. gibi.
Yine işaret ettiği gibi körfezin batısına doğru da sahildeki Rumca isimler, uzun zaman kaleleri ile anılmıştır. Selçuklular ve diğer Türk boyları, surlarla çevrili bu güçlü savunmaları aşacak güçte değillerdi. Ancak, Türkler kendileri-ne ait hayvancılık kültürü ile yüksek yaylalarda yerleşebiliyor, hayatlarını buralarda hayvancılık yaparak geçirebiliyorlardı. Kışın da güvenli yerlere inerek buralarda kışlıyorlardı. Türkler bu suretle, Karacahisar ve batısındaki Bilecik, İnegöl, Bursa, İznik, İzmit, Sakarya, Bolu, Mudurnu gibi Bizans’a ait yerleşim yerlerini alamamış olmalarına rağmen, surlarla çevrili bu kalelerin hinterlandını teşkil eden yaylalarda önemli nüfusu oluşturacak şekilde yayılmış ve yerleşmiş bulunuyorlardı.
İlk Selçuklu orduları Marmara kıyılarına ulaştığında, Sakarya ve çevresini kendilerinin ve onların arkasından gelen Türkmenlerin yerleşecekleri bir saha yapmışlardır. Bununla birlikte Sakarya bölgesi Selçuklularla Bizans arasındaki siyasi ve askerî mücadelenin en yüksek düzeyde cereyan ettiği önemli bir coğrafyada yer alıyordu.
Malazgirt savaşını takip eden 10 yıl içinde Türkler Adalar De-nizi ve Marmara’ya, kadar olan yerleri fethettiler. Fakat asrın sonlarında başlayan Haçlı seferleri sebebiyle başta Batı-Anadolu ve Marmara bölgeleri olmak üzere fethettikleri yerlerin mühim bir kısmını kaybedip Orta-Anadolu’ya çekilmek zorunda kaldılar. Haçlı seferleri dolayısıyla kuvvetlenen Bi-zans, Türkleri Orta-Anadolu’dan da atmak ümidine kapılmıştı. Ancak II. Kılıç-Arslan (1155-1192) 1176’da Bizanslıları ağır bir bozguna uğratarak bu ümidi suya düşürdü. Türkler bu zaferden sonra yavaş yavaş Bizans aleyhine topraklarını geniş-letmeye başladılar.
Bizans İmparatorluğu zamanında XII. yüz yılın sonlarında Sakarya ırmağının batı kıyılarında esaslı bir sınır teşkilatı yapılmıştı. Haçlılar 1204’te İstanbul’u işgal edip burada bir Latin İmparatorluğu kurmuşlardı. O işgal sırasında İstanbul’dan kaçan Komnenler soyundan bir kol Trabzon’a, başka bir kol da İznik’e gidip buralarda birer imparatorluk kurmuşlardı. Türklerin Sakarya Irmağı yönünde ilerledikleri bu yıllarda Anadolu’nun kuzey batı köşesinde yani Sakarya Irmağı’nın batı kıyılarında yer alan Sapanca Dağlarından başlayarak Bursa’nın Uludağ eteklerine kadar olan bölgede eski sınır teşkilatı Komnenler tarafından yeniden ele alınıp güçlendirilmiştir.
Sultan Alâeddin(1220-1236), Ankara’dan Marmara’ya uzanan alanda Bizans’a karşı Selçuklu hâkimiyetinin devamını sağlayacak olan Türk nüfusunu önderleriyle birlikte yerleştiriyor, buradaki nüfusun siyasi ve askerî bütünlüğünün sağlanması için tedbirler alıyordu. Bu tedbirlerin dayandığı politik esasın temeli, batıya doğru başlayan büyük göçün uçlara sevk edilmesi ve belli bir nizam içinde örgütlenmesiydi.
Türkiye Selçuklularında devletin asıl dayandığı askerî kuvvet, hanedanın kendi kavmi, yani Türkmenler idi. Türkmenler bu ülkede göçebeliği bırakarak yerleşik yaşayışa geçmeye başladılar. Bunlar daha ziyade köyler kurarak veya çoğu metruk eski köylerde sakin olmak suretiyle yerleşiyorlardı. Selçuklu ordu-suna dirlikli sipahi askerini verenler de bu yerleşenlerdir. Yer-leşik hayata geçen Türkmenlere bir müddet sonra artık Türk-men denilmeyerek Manav adı veriliyordu. Türk göçebe unsuru, yani Türkmenler bilhassa uçlarda bulunuyorlardı; oralarda akıncı ve muhafız kuvveti olarak vazife gördükleri gibi, düşman topraklarında yurt tutmak suretiyle fetihleri kolaylaştırıyorlar ve bazen da kendileri fetihlerde bulunuyorlardı.
Oğuzlar veya Türkmenler, Selçuklu devletini kurdukları gibi, bu devletin genişlemesinde de başlıca rolü oynamışlardır. Daha devletin kuruluşuyla başlayan ve sonuna kadar devam eden hânedan âzası arasındaki saltanat mücadelesine, emirlerin is-yanlarına, hükümdarlar ile kendi kavmi arasındaki anlaşmaz-lıklara ve savaşlara rağmen, Türk hâkimiyetinin devamlı olma-sında onlar pek mühim bir âmil olmuşlardır. Orta-Asya’dan gelen göç dalgaları Türkmenleri daima takviye ediyordu.
Moğol istilâsı üzerine Anadolu’ya Türkistan, Horasan ve Azer-baycan’dan pek çok Türkmen geldi ve memleketin her tarafı bunlar ile doldu. XIII. yüzyılın ortalarında, Selçuklu ülkesine yabancıların “ Türkiye” ve “ Türkistan” adını vermeleri, bu husus ile ilgilidir. Fakat Türkistandan yalnız Türk göçebe top-lulukları değil, onun yanında, yarı göçebe ve yerleşik köylü-şehirli Türk unsurlarından da mühim nüfusun Anadolu’ya, geldiği anlaşılıyor.
Anadolu da Moğollar’a karşı mücadele eden biricik unsur Türk göçebe toplulukları yani Türkmenler idi. Daha önce de işaret edildiği gibi, Türkmenler, toprağa bağlanıp yerleşince bir müddet sonra kendilerine Türkmen denilmeyip Manav adı veriliyordu. Şehirlerde XIII. yüzyılın birinci yarısında epeyce Hıristiyan nüfusu vardı. Bunlar asrın ikinci yarısından itibaren ehemmiyetlerini kaybetmeğe başlamışlar ve XIV. yüzyılın birinci yarısında şehirlerde de azınlık durumuna düşmüşlerdir. Bizans ucuna gelince, bu uzun hudut bölgesinde Türkmenler eskiden beri kalabalık kümeler halinde yaşıyorlardı. Moğol istilâsı ve baskısı üzerine bu uç bölgelerindeki Türkmen kümelerinin nüfusları pek fazlalaşmıştı.
Selçuklu hükümdarları savaş esnasında Bizans ülkesinden tut-sak alınan ailelere Selçuklu ülkesinde toprak veriyor, tohumluk ve ziraat aletleri sağlıyor ve beş yıl onları vergiden muaf tutuyordu. Selçuklu hükümdarlarının adaletini duymuş olan Bizans ailelerinden birçoğu da kendiliklerinden Selçuklu ülkesine göçüp aynı hakları elde ediyorlardı. İkinci Haçlı seferine katılanların büyük bir şaşkınlık içinde ve durumu bir türlü kavrayamadan belirttikleri gibi, göçebe düzeyinde olan Türkmen çobanlarıyla Rum köylüsü arasında alışverişe dayanan bir ekonomi düzenlenmekte, karşılıklı iyi duygular da bununla birlikte gelişmekteydi.
Büyük Selçuklu sultanları, devletin kuruluşunda ve gelişmesin-de büyük pay sahibi olan Türkmenleri, Bizans hakimiyetinin çökmekte olduğu bir sırada Anadolu’ya yönlendirdiler. Nitekim on birinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu isti-kametinde gerçekleşen Türkmen göçleri, Büyük Selçuklulardan sonra kurulan Anadolu Selçukluları zamanında da yeni bir boyut kazanarak devam etti. Selçuklu sultanları yeni gelen Türkmenlerin Doğu Anadolu’da sıkışıp kalmalarını önlemek ve onları daha çok üretici kılabilmek için yerleşik hayata geçmelerini ön planda tuttular. Bu amaçla yeni gelenler sürüleriyle birlikte batıya, Uc bölgelerine nakledilerek kendilerine verilen yeni yerlere yerleştirildiler. Göç ettikleri yeni yerlere yerleştirilen Türkmenler arasında güvenlik ve saire nedenlerle ilk yerlerinde duramayan gayrimüslim Türk toplulukları da bulunuyordu. Bu gayrimüslim Türk topluluklarına da yeni köyler verilerek iskan ettirildiler.
Ankara’nın batısından Bursa, Adapazarı sınırlarına kadar uza-nan alanda Türkler yayılmış vaziyette idiler. Türklerin Marmara sınırlarını zorlayacak şekilde bölgeye gelişiyle yeni bir iskân coğrafyası ortaya çıkmıştı. Marmara bölgesine gelen Türkler bazı kaynaklarda yer aldığı gibi sadece Kayılardan ibaret olmadığı gibi, dört yüz çadırlık bir aşiret ile de sınırlı değildiler. Halil İnalcık’ın naklettiği veriler, XIII. yüzyıl boyunca Anadolu’ya gerçekleşen göçün bir milyondan fazla olduğunu ortaya koyuyor. İnalcık, çadır hesabına göre Ladik’e 200.000, Kastamonu çevresine 100.000, Bolu-Sakarya bölgesine 30.000 çadırlık Türkmen göç etmişti.
Bu bölümde de görüldüğü gibi Sakarya Manav tarihini Osmanlı ile başlatmak büyük bir hatadır. Sakarya coğrafyasına Osmanlı akıncıları gelmeden önce bölgede Türkmen nüfus mevcuttu. Türkmenlerin Osmanlı devrine kadar Türk hakimiyet bölgesinin kenarında kalan Sakarya’nın güneyindeki ve doğusundaki dağlık yörelere intikal etmeleri onların yazlık ve kışlık yerleşim anlayışlarından kaynaklanıyordu. Türkmenler gerek Selçuklu yönetiminin son devrinde gerekse Bursa’ya doğru gelişen ilk Osmanlı hakimiyeti sırasında devletin merkez ve taşra teşkilatlarına uzak ve ıssız bölgelere yerleşiyorlar ve buralarda bağımsız şekillerde davranabiliyorlardı. Bölge coğrafyası, Türk-menlerin hem kışlak, hem de yazlık yerleşim tarzlarına uygun bir yapı gösterdiği için buralarda kısa sürede Türkmen kışlak köyleri de oluşmuştur.
Kışlak yerleşim yapılanması, zamanla Akova’nın kuzeyinde Kaynarca ve Karasu – Kocaeli bölgelerine de kaymıştır. Bu yerleşimlere örnek olarak Kaynarca’ya bağlı Yenikışla ve Zıngılkışla, Adapazarı’na bağlı Çaykışla ve Beylikkışla köyleri örnek olarak verilebilir.